Saturday, January 07, 2017

haydi

Durdum, aylarca yıllarca durdum. Aslında derinden bir ilerleme vardı ama, ben hep durduğumu düşündüm. Yap(a)madım yapmak istediğim şeyleri. Yıllardır sanki bir an’a sabitlenmiş bir şekilde durdum. Nedendi, bilemiyorum. Biliyorum aslında, ama şu anda paylaşamayabilirim.

Her neyse...

Bugün bir yazı okudum vesaire.org’dan Zadie Smith’in The Guardian’a yayımlanan bir yazsının Türkçe’ye çevirisiydi, çevirmeni de Can Koçak (hani olur da yazılarını siz de okumak isterseniz ^^). Gerçekten uzun zamandan beri okudum en iyi çevirilerden biriydi. Tesadüfen gördüm, başka bir yazı okurken dedim neler var bu sitede, kim yazmış ne yazmış... Baktım Zadie Smith yazıyor, tıkladım. Bırakmak istemedim okurken. Hani romanlar vardır, elinize aldığınızda bir solukta bitirirsiniz, alır sizi içerisine. Zaman durur, okurken. Adeta öyle bir roman okudum.

Haydi başlayalım o zaman.

Bu yazıya başlamadan önce aklımdan bambaşka şeyler geçiyordu. Dedim sonra kendime bir şeyler ısıtıp yiyeyim (dondurucuda iki dilim güzel pizza vardı ^^). Şimdi ise tamamen aklımdan çıktı yazmak istediklerim. Olur da biraz önce aklımdan geçenler yeniden ortaya çıkarsa bir gün: Oturur onları da yazarım.

Bugün 07. Ocak. 2017, Cumartesi. Dün akşam saatlerinde başlayan kar hala devam ediyor. Çok da güzel yapıyor. Hava buz, ellerde çay, ısınıyoruz milletçe. Durmak lazım bazen, ne olup bittiğini fark etmek için. (Ha benimki biraz uzun sürdü - o ayrı, tabii kime göre neye göre uzun orası da meçhul). Rus romanlarını okursun ya, hani o romanlarda bi soğukluk vardır iliklerine işler. Hava soğuktur çünkü, bizler de o hale geldik. Çoğumuz buz gibi, içimizi ısıtacak o sevgiyi bekliyoruz. Bekleme yapma Abbas, haydi kalk yürü... Ver sevgini, merak etme kalanı yeter sana.

Hani demiştim ya, “durdum falan fişman...” işte o dönemlerde bir çok şeyin de farkına vardım. Bunlardan biri de insanların ne kadar mutsuz olduğuydu.

Gerçekten sizler de görüyor musunuz o mutsuz insanları?

Bakın bi yolda yürüken, toplu taşımada etrafınıza, insanların suratlarına. Olur da göz göze gelirseniz korkmayın (ben bazen korkuyorum da) bence gülümseyin, verin işte bir parça da olsa sevgi onlara. Bu aralar hepimizin o kadar çok ihtiyacı var ki... Hele de şu soğuk kış günlerinde. Isıtın insanların içini, yapın bir iyilik.

Şimdilik bu kadar.
Sağlıcakla.
M. 






Monday, January 18, 2016

"29 Ekim 2006" dan

Her şey üç gün içindi, beraber geçireceğimiz üç gün... Ne kadar garip değil mi, şimdi düşünüyorum da, üç gün ne ki, neyi kanıtladık ki biz birbirimize? Sevgimizi, dürüstlüğümüzü, güvenmeyi mi? Bunlar mı gerekliydi mahvolmuş bir hayatı düzeltmek için. Ama olmadı, beceremedik, üç günde mi birşeyleri düzeltecektik ki. Yine herşey eskisi gibi oldu. Sen gittin, ben kaldım... Tıkandım kaldım kendimle, düşüncelerimle, kurmacalarımla.
'Haha' gerçek miydi acaba düşündüklerim, aklıma gelen yine başıma gelecek miydi, hiç mi hiç bilmiyorum.
Birbirimizi anlamayı denedik mi acaba...biraz alttan almaya çalıştık mı birbirimizi...

Önünden geçiyorum anılarımızla dolu yerlerden, sanki duvardaki taşlar bana acıyarak bakıyor, sen bunları da atlatacaksın diyor sokak lambaları.

Sunday, January 17, 2016

Ben arkasından bakarken... (17 Ocak 2008)

10 sene önce yazıp, 8 sene önce bugün de offline bir blogumda yayınlamışım...
(bir kaç şeyi düzelttim)

---

Bir kitapta “hayatında bir şeyleri değiştirmek istersen en gereksiz gibi görünen ayrıntılardan başlamışsın” diye yazıyordu ve kitaptaki baş kahraman da bazı şeyleri değiştirmek için günlerce bir bankta oturmaya, insanları izlemeye başlamıştı. Sanırım benim de yapmaya çalıştığım şey bu. İki haftadır gelip bu banka oturuyorum, kitabın kahramanı gibi, ben de insanları izliyorum. O kadar farklı türden insan geçiyor ki önümden anlatamam. Her gün gördüğüm şehrin hayatına ayak uydurma pahasına koşuşturan insanlar da var, turistler, değişik değişik giyinen insanlar, saçları rengarenk kızlar, torunlarıyla gezen nineler, yeni evli çiftler... Evet evet ikinci günmüydü neydi önümden gelinlikli bir bayan da geçmişti, hatta selamlaşmıştık, çok güzel gözleri vardı, hoş bir tebessümle bakmıştı yüzüme, hayatımda unutmayacağım yüzlerden bir tane daha demiştim kendi kendime...ve mutluluk dilemiştim kendisine.

Yine bugün bu bankta oturuyorum, güneş parlamasına rağmen bu kış gününde hava ayazlı. Üzerimde en sevdiğim kahverengi kazağım, jean-pantalonum, boynumda her zamanki gibi atkım, suratımda hafif bir allık var, paltomu çıkardım, güneş ısıtıyor yeterince. İnsanları izliyorum, bu sefer dış görünüşlerini değilde suratlarındaki tebessümlerden, hislerini düşünüyorum.

Bir çocuk düşüyor ilerideki çocuk parkına doğru koşarken, ağlamaya başlıyor. Bir adam cep telefonuyla bağra bağra konuşarak önümden geçiyor, kaşları çatık, belli ki konuştuğu insana sinirlenmiş. Yaşlı bir çift geçiyor şimdi de, yüzlerinde yılların verdiği bir huzru hissediyorum, çoluğa çocuğa toruna karışmış olmanın verdiği huzur olsa gerek diye düşündüm. Kim bilir ne çok insan geçti önümden, üzgün, mutlu, yanındakine heyecanla bir şeyler anlatan, düşünceli, katıla katıla gülenler, huzurlu, hiçbir şey düşünmeden kafasını dinlendirmeye çalışan, çevresindeki kızlara muzır muzır bakan bir genç, okuldan çıkmış eve dönmekte olan yorgun öğrenciler ve daha nicesi. Güneş batmak üzere, hava serinledi iyiden iyiye, ben elimde kahve ve kek ile günü geçiştirme çabasıyla insanları izlerken, yanımda oturan bayanın benimle konuşana kadar farkında bile değildim. Bir anda kendi gerçekliğimin içinden çıkıp sıyrılmam gerekti, uzun zamandır burada oturuyordum, sessizce, kendi başıma, sahilde dalgaları izler gibi, kendi kendimi dinlendirirken, irkildim.
Konuşmaya başladı, bana birşeyler anlatıyordu, duyuyorum aslında kendisini, ama bir yandan da kafamdan başka şeyler geçiyordu. Dinleyemiyor, sadece yüzümde garip bir tebessümle ona bakıyordum. Anlayamadığım bir şeyler söylüyordu, belki de benim algılarım kendi sessizliğimle derin bir uykudan uyanmayı bekliyordu, ama ben uyandıramıyordum. Suratına bakıyorum, sanki bir yerden tanıyorum gibime geliyor, sonra Allah Allah karıştırıyorum diye düşündüm. Yok yok ben bu suratı bir yerde gördüm ama nerede hala aklıma gelmiyordu ya, neyse. Hah...şimdi duymaya başladım sesini kadının, düşüncelerimin yerini onun buruk sesi aldı, bana hayatını anlatıyor; “...bilmiyorum herşey çok çabuk gerçekleşti, ben bir anda değiştim, tanımaz oldum hayatımdaki kimseyi, aslında hayatımın sonuna kadar bana yetebilecek bir param var, eh ders de veriyorum zaten, başka bir yere gitsem, hayata yeniden başlasam olur değil mi? Siz ne düşünürsünüz bu durumda... Yaaa, pardon sizi sıkmıyorum değil mi, konuşacak birine ihtiyacım var da” başımı sallıyorum seni dinliyorum gibilerinden; devam ediyor “...daha 24 yaşındayım, yeniden hayata atılmak için çok mu geç, şu anda bir işim var aslında bir uluslararası firmada danışmanlık yapıyorum, ama üniversitede matematik okumuştum, ne alaka ise, işte matematik dersi veriyorum tanıdığım bir kaç arkadaşımın çocuklarına, bir de İspanyolca biliyorum, babam İspanyoldu da, zaten çalıştığım şirket de İspanyol şirketi, İngilizce zaten var, evlenince her şey değişecek diye düşünüyordum, ama olmadı. Şey, siz de rahatsız olmazsanız yürüyebilir miyiz ?” diye sorduktan sonra ben de “Tabi tabi, olur istersen yürüyebiliriz, zaten ben de sıkılmıştım buradan, senin konuşman beni kendime getirdi, ne tarafa doğru yürümeyi istersin?” cevabını verdim. Paltomu giymek için ayağa kalktığımda oturmanın da yorucu olacağı aklıma geldi, bir de baktım yanımda ki kız sırtına büyük bir kamp çantası takıyordu, yine hiç kuşkusuz bu yüzü tanıyorum ama nerden diye düşünmekten kendimi alamadım.

Beraber sola doğru yürümeye başladık, parktan karşı tarafa geçtik, aşağıya doğru yürüdük, bir de baktım ki gara gelmişiz, hiç farketmedim, sessizce bu kadar çok yürüdüğümüzü yanımda ki genç kız epey bir yürüdükten sonra bana dönüp “Sadece bir cümle söylediniz, ama sesiniz beni o kadar sakinleştirdi, dinlendirdi ki anlatamam size, çok teşekkür ederim benimle yürüdüğünüz için, ben buradan trene binip gideceğim, nereye hiç mi hiç bilmiyorum. İlk neresi olursa artık şansıma, ama sayenizde her şeye yeniden başlayabileceğimi anladım, yeniden beni, hiç tanımadığınız biri olarak bir iki saatte olsa dinlediğiniz için çok teşşekür ederim, zaten sizi ilk gördüğümde de bana huzur vermişti gülümseyişiniz.” dedikten sonra, bana baktı gülümsedi, konuşurken yere koymuş olduğu çantasını sırtına alıp, trene bindi ben arkasından şaşkın şaşkın bakarken.

Garipti evimin tren istasyonuna bu kadar yakın olduğunu unutmuştum, yıllardır araba kullanmanın etkisiydi. 24 yaşında ki bu genç kız beni derinden etkiledi, hala yüzünü düşünüyordum, ayrıca bana “sizi ilk gördüğüm zaman” demişti, beni ne zaman görmüştü peki? Demek ki gördüm ben de bu kızı, bir gün bir yerde ama ne zaman ve nerede? Bir ay olmuştu dergiden ayrılalı, kendi yazılarımı yazmak için şimdilik çevirilere ara veriyorum bahanesiyle. Çocukların istediklerini de marketten aldıktan sonra eve girerken, aniden gözümün önüne o gün gelinlikle önümden geçen kızın mutlu suratı geliverdi. Evet, biraz önce yeni unutmlarla trene bildirdiğim kız, on gün evvel yepyeni umutlarıyla önümden geçmişti.
mimi ekim 2006

Tuesday, September 01, 2015

Happy 10th Birthday!

August 28, 2005


4 gün gecikmeli "vay be on yıl olmuş bu blog'u açalı" yazım. 

İçimizin bunaldığı, ay bu yaz ne yapabiliriz, çok sıkıldık artık bu sıcaklardan, eh bari bir kanasta oynayalım gecemizde, Beko'nun "yaaa gugıl blogger diye bir şey açmış, biz de mi üye olsak" demesiyle başlayan bu (arada gel gitlerin olduğu) blogger'lık maceramın en hızlı bir şekilde yeniden hayata geçmesini temenni ediyorum. 

xoxo-minikstar

Tuesday, March 18, 2014

Bodrum'dan Notlar

Geçen hafta Sabiha'cığımın davetiyle "küçük" valizimi toplayıp Bodrum'a gittim. Huzur buldum ve şimdi de geri dönüyorum.

Yazın iğne atsan yere düşmez her yerde in ve cinle top oynadık hep birlikte... Yürüdüm, gezdim, tozdum, denizi seyrettim, keyif yaptım, Gümüşlük'e Türkbükü'ne gittim (zaten Türkbükü'nde kaldım) ve Bodrum merkezde dolandım. Hatta Gümüşlük'te uzun zamandır görmediğim bir arkadaşımı da gördüm. Evlenip şehr-i İstanbul'u terk etmiş o da ve yaptığım en iyi şey buraya taşınmaktı dedi. Huzur var mutuluyum dedi, ki zaten gözlerinden de o mutluluk okunuyordu.



Şehr-i İstanbul'dan uzaklaşan herkes mutlu sanırım... Ben de pek mutlu oldum vallahi, huzur doldum şu üç günde. Kahve aldığım insanlar güler yüzlü, hal hatır soruyorlar - alışık değiliz böyle kibarlığa, yadırgıyor insan. Hatta bir kaç hafta önce Beşiktaş'tan kahve alırken ilk defa gördüğüm bir baristaya "Nasılsınız?" diye sorduğumda öyle bir affallamıştı ki, bana "Uzun zamandır görmüyordum sizi, siz nasılsınız?" diye cevap vermişti.

Biraz önce hapşurduğumdaysa ön masada oturan beyefendi "İyi yaşayın." dedi... Hayat güzel ve farkındalar... Koşturmuyorlar, huzur dolular...

Pılı pırtı toplayıp ayrılmak lazım şehr-i İstanbul'dan... düşünceleriyle geri dönüyorum evime.


Monday, December 09, 2013

Emniyet Kemeri

Courtesy of Snap2Live
Geçenlerde izlediğim bir vidyoda Ready For Love'dan Ernesto Arguello'nun tasarlardığı "emniyet" kemerlerini gerçekten çok beğendim. Solda gördüğünüz gibi uçaklarda takılan emniyet kemerlerinden esinlenmişler. Bence bu kemer son zamanlarda gördüğüm en iyi tasarımlardan biri.

Rengarenk kemerleri üreten markanın adı "Snap2Live" (yaşamak için tak - diye çevirebiliriz), 30$ olan bu kemerlerden elde edilen gelirin %70'i de Birleşmiş Milletler'in Yol Güvenliği fonuna gidiyor.



Tuesday, April 09, 2013

Ode to the Book by Pablo Neruda


When I close a book
I open life.
I hear
faltering cries
among harbors.
Copper ignots
slide down sand-pits
to Tocopilla.
Night time.
Among the islands
our ocean
throbs with fish,
touches the feet, the thighs,
the chalk ribs
of my country.
The whole of night
clings to its shores, by dawn
it wakes up singing
as if it had excited a guitar.
The ocean’s surge is calling.
The wind
calls me
and Rodriguez calls,
and Jose Antonio–
I got a telegram
from the “Mine” Union
and the one I love
(whose name I won’t let out)
expects me in Bucalemu.
No book has been able
to wrap me in paper,
to fill me up
with typography,
with heavenly imprints
or was ever able
to bind my eyes,
I come out of books to people orchards
with the hoarse family of my song,
to work the burning metals
or to eat smoked beef
by mountain firesides.
I love adventurous
books,
books of forest or snow,
depth or sky
but hate
the spider book
in which thought
has laid poisonous wires
to trap the juvenile
and circling fly.
Book, let me go.
I won’t go clothed
in volumes,
I don’t come out
of collected works,
my poems
have not eaten poems–
they devour
exciting happenings,
feed on rough weather,
and dig their food
out of earth and men.
I’m on my way
with dust in my shoes
free of mythology:
send books back to their shelves,
I’m going down into the streets.
I learned about life
from life itself,
love I learned in a single kiss
and could teach no one anything
except that I have lived
with something in common among men,
when fighting with them,
when saying all their say in my song.